13 Ekim 2013 Pazar

21. Yüzyıl?


Korku Çağı
Albert Camus
17. yüzyıl matematik çağı, 18. yüzyıl doğa bilimlerinin, 19.yüzyıl ise biyolojinin çağıydı. 20. yüzyılımız korku çağıdır. Diyeceksiniz ki korku bir bilim değildir. Ama, bu korkuda bilimin payı var. Çünkü kuramsal alandaki son gelişmeleri onu kendi kendini yadsımaya götürdü; pratik alandaki gelişmeleri ise bütün dünyayı yok edebilecek duruma geldi. Üstelik, korku bir bilim sayılmasa bile, onun bir teknik olduğu su götürmez.
Yaşadığımız dünyada en göze çarpan şey, çoğu insanların, her çeşit inanç sahipleri dışında, gelecekten yoksun olmalarıdır. Geleceğe el atmayan, gelişme, iyileşme umudu olmayan bir yaşamın ne değeri olabilir? Aşılmaz bir duvarın önünde yaşamak köpekçe yaşamaktır. Doğrusunu isterseniz, benim kuşağımdakiler ve bugün atölyelere ve fakültelere girenler köpekçe yaşamış ve yaşamaktadırlar.
İnsanların geleceğe kapalı yaşamaları ilk kez bugün olmuyor elbet. Ama, insanlar eskiden konuşarak bağrışarak bu duvarı aşarlardı. Kendilerine umut veren başka değerleri yardıma çağırırlardı. Bugün kimse konuşmuyor, çünkü, dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler, öğütleri, haber vermeleri, yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor. Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde bir şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki, insanlığın dilini konuştuk mu bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırdı bizi. Gözlerimizin önünde yalan söylediler, insanı küçülttüler, öldürdüler, sürdüler, işkencelere soktular. Ve hiç bir kez, bunu yapanlar, yaptıklarının kötü olduğuna inandırılamadı. Çünkü, kendilerine güveniyorlardı. Çünkü, soyut bir kafa, yani bir ideolojinin adamı başka bir şeye inandırılamaz.
İnsanlar arasında sürüp gelen uzun diyalog bitti. inandırılamayan bir adamdan elbette korkulur...
...Bu korku ile hesaplaşmak için onun ne demek istediğini, neden kaçtığını bilmek gerekir. Onun demek istediği de, kaçtığı da aynı şeydir: Öldürmenin haklı görüldüğü, insan yaşamının hiçe sayıldığı bir dünya. İşte, günümüzün başlıca siyasî sorunu budur. Öteki sorunlara geçmezden önce, bunun karşısında tutumumuzu açıklamalıyız. Hiçbir şeyi kurmaya başlamadan önce, şu iki soru üzerinde durmalıyız: Doğrudan doğruya ya da dolaylı yoldan öldürülmek ya da işkence görmek ister misiniz, istemez misiniz? Doğrudan doğruya ya da dolaylı yoldan başkasını öldürmek ya da işkenceye sokmak ister misiniz, istemez misiniz? Bu sorulara hayır diyenlerin hepsi, ister istemez, davranışlarını değiştirecek bir sürü sonuçlara sürükleneceklerdir.

19 Eylül 2013 Perşembe

Reading

Then there are the books that shine in my memory, milestones along the horizontal course of my life. I remember not just the books themselves but the chair I sat in, the shoes I wore, the woman I loved, what song was on the charts at the time. None of which makes them good books, exactly, although all of them are—it just means that they are mine. They really happened.

Hugh Laurie

2 Eylül 2013 Pazartesi

Nen var kuzum?

            Türk Sineması deyince aklıma ilk gelen günümüz yapımlarından ziyade, içinde bir yerde mutlaka hüngür hüngür ağladığım unutulmaz replikleriyle 70'ler-80'ler kuşağıdır.
Televizyonda her rastladığımda kanalı değiştirmeye imkan bulunmayan bu filmlerin üzerimdeki etkisini düşünürüm. Öyle ki anlatımlarında verilen ayrıntıları da zaman geçtikçe fark ediyorum. Güldürürken düşündürmeleri de hafızama kazınan repliklerle hayatımın bir parçası.

Mesela en güzel aşk ilanını Tarık Akan yapar, en huysuz ve tatlı kadın benim için Gülşen Bubikoğlu'dur.
En anlatılamaz karakter Adile Naşit'tir. Liste uzar gider. Sonu asla gelmez... Munir Özkul, Şener Şen,  Ediz Hun, Cüneyt Arkın, Türkan Şoray, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik, Ayşen Guruda, Kadir İnanır, Rutkay Aziz, çok erken kaybettiğimiz Kemal Sunal...

"O zamanlardan kim kaldı ki" söylemleriyle anlatmaya çalıştığımız  günümüz hengamesi, her şeyin iç içe geçmişliği, belirsizliği ve gizli kötülüğü o zamanın filmlerinde yoktur. Entrikalar bile oldukça açıktır. Kötü açıkça kötü- iyi açıkça iyiydir anlatımlarda. Gerçek olamayacak kadar temiz kalpli karakterler vardır. İçimizi ısıtır.
Ve hala "dama çıkıp kendini atma" meselesinin Yeşilçam'da neden bu denli popüler olduğunu anlayamam.

Güldüğümüz, "yok artık canım sen de!" dediğimiz kareleri de tuzu biberidir. Gerçekler her zaman olduğu gibi değildir karşımızda. Tabi senaryolaştırılır. Tonton dedeler-kucağı pamuktan yumuşak nineler- aşkları dağları delebilecek sevgililer.

"Turist Ömer derler benim adıma, pişman olur bakmayanlar tadıma. " der Sadri Alışık. Karaktere hazırlanışı, şapka'nın ve selamın eklenişini anlatan belgesel de hayran olmuştum çalışma azmine.

Oyuncularda fevkalade bir uyum hissederiz.
Zaten çoğu birbiriyle eşleşmiştir ve sık sık yanyana çıkarlar karşımıza ama hiç kızmayız-sinirlenmeyiz.
Sahiplenir, severiz hatta.
Çalışkandırlar...



Mesela Aile figürü çok önemlidir. Nasıl olmasın! Yaşadığımız çoğrafyada bağlı olduğumuz
yegane şeylerin başındadır. Öyle ki günlük hayatımızda da sıkça hatırlarız belleğimize yerleşen replikleri, biliriz ki “Senin annen bir melekti yavrum”la taçlandırılır anneler.  "Yoksa sen de citlenbiğin annesi misin? O da benim gibi annesiz. Sen de onun annesi olur musun kara nine? O da senin gibi kapkara."
Baba arar filmlerde çocuklar kendilerine, muhtemelen öz babasıdır "Amca size baba diyebilir miyim?" diye sorduğu amca da.

Hele kadınlarımız! Kadınlarımız "Güzel olduğu kadar küstahtır da."
“-Ayşe, çok güzel olmuşsun!
-Sus, farkındayım.” diyecek kadar bilir kendini de.

"Sonsuza kadar aşık olduğu adamı beklerler." "Evlenince pembe pancurlu bir evimiz olacak" hayaliyle yaşarlar.

"Seni sevmiyorum, seninle oyun oynadım, bunu anlamadın mı hala." derler şifası bulunmaz bir hastalığa yakalanmışlarsa.Sevdiklerini hep kendilerinden bir adım önde tutarlar. Önce onların mutluluğu vardır hep. Saadet zincirini örerler ilmek ilmek.
“Evinin kadını, çocuklarımın anası olacaksın” diye sahiplenir adamımız kadınını. Çile de çekerler elbet. Çile, Anadolu'da kadının öbür adıdır. Belki vücuduna sahip olabilirsiniz ama ruhuna asla!

"Hatırlar mısınız, bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç vardı." ile yaklaşılır sonuna filmlerin. Olaylar fabrikatörün kızının, şoföre aşık olmasıyla gelişmiştir. Aşklarına bin bir türlü mani vardır ama onlar birbirlerini ölesiye seviyordur. Beğenilmeyen şoför sonunda bir şekilde mükemmel erkek olduğunu kanıtlar ve muradlarına ererler.

Hulusi Kentmen öğütler: "Parayla saadet olmaz evladım, bunu sakın unutma!" 
Biliriz biz de sevenler kavuşunca güzeldir hayat. Biliriz mutluluk parayla değil, sevgiyle gelir yanımıza. “Biz ayrı dünyaların insanlarıyız” miti yerini hep birleşen ve güzelleşen bir dünyaya bırakır sonunda.


Aşkların da farklı görünümleri vardır; Tarık Akan, Gülşen Bubikoğluna sorar:
“- Ee, nerde buluşuyoruz?-
Cehennemin dibinde! -
Kaçta orada olursun?

“-Deli misiniz siz?
- Eh, pek de akıllı sayılmayız”


Karakter atıfları benzersizdir kimi sahnelerde; Kemal Sunal tonlamasıyla "Tutmayın küçük enişteyi, salıverin gitsin.” demişizdir kaç kez. Sosyal analiz ve eleştiri boyutunda da ciddi meseleler konuluşmuştur bu gülmecelerin üzerine. Vurgu yapılan konu esasında içinde yaşadığımız bir çarpıklığı gözler önüne sermiştir. Başka bir dille belki çok daha naif veya kibar bir anlatımla yapılmıştır ama yapılmıştır. Esprilerini Kemal Sunal'ın gülüşü süslemiş ve ortaya izlemekten bıkmadığımız bir kurgu çıkarmıştır. Sonunu biliriz elbet hikayenin, hiç bir sonuca varmasa bile, kabulümüzdür çoğu zaman. Bir cümle gelir oturur içimize veya bir soru takılır kafamıza. Hüzünlüdür. İçinde bir yerde mutlaka ama mutlaka hüzünlenirsiniz ama güldürür de. Eğer konu aşksa çocuksu oyunlar vardır, veya cilveli danslar... Hiç biri yoksa bir çocuk vardır. Muzurdur. Yaramazlık yapar ama kesin olur bir şeyler.

 Ve yine bir Kemal Sunal seslendirmesiyle : “- Paşa dediğin atılgandır, cesurdur, tuttuğunu koparır, gözlerinden ateş saçar. - Lütfücüğüm, ben bu dediklerinin hepsini yapıyorum da yalnız gözlerimden ateş çıkaramıyorum.” her daim güldürür beni.

Zamana yayıldılar. "Çok güzel insandı"lar. Hayatımızda yer ettiler, öyle veya böyle. Büyük işler başardılar. Usta oldular...

İnanmayı-çok çalışmayı-umudumu korumamı da onlar öğütlediler.

Ben de saygıda kusur etmem, her rastladığımda özlemle ve sevgiyle selamlarım. Çoğu zaman ne işim varsa bırakır dalarım karakterin akışına kapılmış oyunculuklara. Keşke derim her alanda işini böyle layıkıyla yapan insanlar olsa... Bu da öyle bir selam olsun benden tüm emektar sinemacılara.

NOT: Film müzikleri ayrıca yazılabilecek başlı başına bir konudur ve güzeldir.


                           

31 Ağustos 2013 Cumartesi

OFELYA*



Üzüntülerimden biri de, Fransızca bilmediğim için Rimbaud'yu kendi dilinde okuyamamak.

Geçtiği coğrafyaları takip etmek zor ama anlatımı içinde kaybolmak o kadar kolay ki... Çağlar ve yollar atlayarak gecelerimize gelen bu adam: "Hep iki tanrıçaya tapmaya and içiyorum: ilham perisi ve hürriyet..." diyor, kısa ömrünün gencecik yıllarında. Hürriyetlerimizi isterken yanımıza ve sahip çıkmak için direnirken insanca yaşamamızın gerekleri adına biliyorum ki ihtiyacımız var ilham perisine de. Kelimeler güçlenir bilekler zayıfladığında ve anlatmaya uğraşırken derdimizi her soru ve cevap daha da önem kazanıyor düşünsel yolumuzda. 


İki insan, bir cümleden onlarca farklı anlam çıkarırken... 
Anlaşabilmek... 
Mümkün mü, bilmiyorum. 
Ustalardan beslenerek buluyoruz kendi yolumuzu da. 
Benim en sevdiklerimdendir Ofelya...





           Ofelya

Yıldızların uyuduğu, sessiz, kara                       
Dalgalarda Ofelya iri bir zambak, 
Yüzüyor duvaklı, uzanmış sulara... 
-Avcı borularının ezgisinde bak.

Bin yıl geçti, Ofelya yine üzgün, 
Uzun sularda kefen gibi akıyor. 
Bin yıldır, gündüz gece, deli gönlünün 
Hüznünü meltem yellerine döküyor. 

Açıp sularda salınan tüllerini 
Beyaz göğüslerini öpüyor rüzgar, 
Söğütler eğmiş omzuna dallarını 
Ağlıyor. Uykulu alnında kamışlar. 

Yöresinde üzgün nilüferler bazan 
Dağıtıyor Ofelya kızılağacın uykusunu, 
Bir kanat vuruşuyla dallar yuvadan 
-Salıyor yıldızların altın şarkısını. 

Sen ey solgun Ofelya, kar gibi güzel! 
Sulara gelin oldun ergen çağlarda! 
-Çünkü Norveç doruklarında esen yel 
Acı özgürlüğün tadını öğretti sana: 

Savuran bir soluk gür perçemlerini 
Büyüyordu düşlerinin akışında; 
Dinliyordun doğanın ezgilerini 
Ağacın, gecelerin yakınışında; 

Çünkü boğuk sesi çılgın denizlerin 
O tatlı, çocuk göğsüne vuruyordu; 
Bir nisan sabahı, yorgun bir atlı senin 
Dizlerinde sessizce oturuyordu! 

Gök! Aşk! Özgürlük! Bu nasıl düş Deli Kız! 
Güneş vuran kar gibi eriyip gittin; 
Konuşma, sus! Seviyi bizlere dilsiz 
O mavi gözlerinle çoktan öğrettin! 

-Ve diyor ki Ozan: Aydın gecelerde 
Ofelyam çiçekler devşiriyorsun; 
Hep böyle yüz, ak gelinliğinle suda 
Dalgalar beşiğini sallayıp dursun. 

(15 Mayıs 1870) 
(Fransızcadan çeviren:Erdoğan Alkan)
Arthur Rimbaud

22 Ağustos 2013 Perşembe

Haziran*

Aşktır, yırtıldı yırtılacak bir anı gibi 
eski sesli haziranın tam ortasından, 
tam duyuldu duyulacak derken yalnızlığın 
sesi aşktır, açılır bir şiirin her yerinde: 
-Yalnızlık kokuyorsun demiş miydi Edip Bey, 
öyleyse haziran kokuyorsun demiştir bir de 
şunu: Bir anıya bir başka anıdan ne 
kalır, elbet aşkın ortasında haziran kalır! 
Bir yazı bile şurda-burda birlikte 
tamamlamadan henüz, bir yaz daha 
çıkarma telaşından sakın! Ne haziran 
kalır geriye ne o adamla kadın! 
Şimdiden teşekkürler bir anıyı böyle 
dayanıklı kılan iyiliğine, aşkın 
ve haziranın trenini kaçırma, ocakta 
ateşçi ol ve öv onu, hızlı geçen 
şubatta yavaşlığına bak kırların, martta 
makas değiştir, istasyonda bekleyen çocuğu 
benim için öp, o senin çocukluğun! 
Mayısı havalandır, sonrası hazirandır... 

Hazirandır, yalnızlık gibi aşkın ortasındadır. 


Haydar ERGÜLEN 

(40 ŞİİR VE BİR...) 


16 Ağustos 2013 Cuma

Mad Girl's Love Song*


i shut my eyes and all the world drops dead; 
i lift my lids and all is born again. 
(i think i made you up inside my head.) 

the stars go waltzing out in blue and red, 
and arbitrary blackness gallops in: 
i shut my eyes and all the world drops dead. 

i dreamed that you bewitched me into bed 
and sung me moon-struck, kissed me quite insane. 
(i think i made you up inside my head.) 

god topples from the sky, hell's fires fade: 
exit seraphim and satan's men: 
i shut my eyes and all the world drops dead. 

i fancied you'd return the way you said, 
but i grow old and i forget your name. 
(i think i made you up inside my head.) 

i should have loved a thunderbird instead; 
at least when spring comes they roar back again. 
i shut my eyes and all the world drops dead. 
(i think i made you up inside my head.)

Sylvia Plath 


  • "Mad Girl's Love Song" is a poem written by Sylvia Plath in 1951, while she was a student at Smith College. It is written in the villanelle poetic form and is generally included in the biographical note appended to Plath's novel, The Bell Jar.

  • "god, who am i? i sit in the library tonight, the lights glaring overhead, the fan whirling loudly. girls, girls everywhere, reading books. intent faces, flesh pink, white yellow. and i sit here without identity: faceles. my head aches..i'm lost.." journals, september 1950

15 Ağustos 2013 Perşembe

Yarı Parçan...

Aşık olunacak kadınlar arasında ilk sıralardadır Leyla Erbil, 
Neden mi?

"15 Mayıs 1954
Ankara
Leylâ, Canım,
Kayb, berbat ve sessizim... Sessiz ve dolu: Allahtan ki sen varsın. Yoksa halim korkunçtu. 
Burası bir köy! Yakınlarımın bütün ısrar ve gayretine rağmen, hemen anneme gideceğim. Pazartesiye trendeyim. Eve gidince senin mektubunu bulmalıyım. Anneme ilk sorum o olacak zaten.
Sen nasılsın ömrüm? Son telefonda canını sıktım mı? Ben artık annenden korkmuyorum. Aksine onu, kendi annemmiş gibi seviyorum. Buna ne dersin?
Hınca hınç mısra doluyum. Kara ve yeşil fon, hepsinde hâkim. Biraz kendime geleyim, mendillerine, bluzlarına, yastığına mısralar serpeyim. Ha?
Fotoğrafındaki “halbuki...”yi hâlâ anlayabilmiş değilim. Anlatır mısın?
Bütün bunlar, beyhude biliyorum. Şaheser olan, benim uçakla oraya gelebilmemdir. Allah kahretsin, bu hastalık, bu rezaletler ve bu aile mecburiyetleri... Ne yapsam?
Gözlerinden öperim canım. En çok da burnundan. Gülme, ciddi söylüyorum. 
Yarı parçan..."

Ahmet Arif

(Leyla Erbil'e mektuplar)


NOT: Leyla Erbil'den, "biz ne olacağız? bizim yaşadıklarımız ne olacak? hiç yaşamamış mı sayacaklar bizi? onca geçirilip göçülenden bir şeyler kalmalı; her ne kadar, 'el hayru fi ma vakaa' derlerse de iş sona erince dönüp sorarız boşuna mı geçirdik bunca yıl sırtımızdan vapurları?

insanlar, insanlar, insanlar. şimdi salt insanlar ilgilendiriyor beni. ne büyük bir zenginlik. yeni bir insan tanıyınca başım dönüyor. nasıl olduğunu, neler yapabileceğini anlayana kadar. başımı döndürüyor gerçekten insanlar.”



NOT2: Mektup Aşkları'ndan:
“aşkın ne olduğunu ne olmadığını hala anlayabilmiş değilim ferhundeciğim. bana akıllı, zeki, güzel olduğumu söyleyenlere bazen içimden “ ee peki sana ne!” diyorum, bazen de kendi kendime soruyorum: güzel olsam bile (onlara öyle gelse bile gerçekten) benden daha güzel olanlarla karşılaştıklarında ne olacak? benden daha zekisi, daha dürüstü, daha üstünü diyelim, bulduklarında beni bir kenara iteceklerse bunun adına niye sevgi diyeceğim ve ben de onlara ( ya da muhayyel o’na) ben de seni seviyorum diyeceğim. bu ne kadar ucuz, ne kadar sıradan bir olgu.... ben mutlak olanı, kalıcı ve sürekli olanı isteyebilirim ancak ama mutlak olan diye bir şey var mı dostum?”


“nasıl oldu da bir kadınla bir erkek arasında temiz ve ebedi bir aşkın mevcut olduğuna inandık biz?... peki ama, eğer aşk yoksa, benim içimde küçücük bir kızkenden beri var olan o duygu neydi? onlar bile aşk’ın var olduğunu ispata yetmez mi? benim, senin ve bütün kadınların arzuladığı, beklediği şeyin, aşk’ın var olmadığını değil, var olduğunu ispat etmiyor mu o duygular? yoksa sadece bize, kadınlığa mahsus bir duygu mudur aşk?”


NOT3: "iyi güçtür, baş eğdirmeyen umut"

NOT4: Cüce'den:

" usul usul erimeye koyuldu direncin, insanlara beslediğin eski sevecenliğinin yerini bir süre evde yapma ‘kalp şarabı’ aldı, bulantını bastırmak için.

kalp şarabı:

on tane taze maydanoz sapı temizce yıkanır, yapraklarıyla birlikte. bir litre doğal şaraba eklenir. o eklendikten sonra iki yemek kaşığı doğal üzüm sirkesi eklenir ve ağır ateşte on dakika kaynatılır. (dikkat taşar) bu durumda üç yüz gram doğal bal eklenir ve dört dakika daha hafifçe kaynatılır. sıcak kalp şarabı süzülür ve önceden yüksek dereceli alkolle çalkalanmış olan şişeye doldurulur. şişenin ağzı çok iyi kapatılmalıdır. şişenin dibinde biriken tortu zararlı değildir ve birlikte dikilir. zayıf kalplere, kalp yorgunluğuna, koroner yetmezliğine, merhametten doğmuş olan çifte kalbe, topluma duyulan tiksintiden oluşmuş üç kalbe, beş kalbe, semavi ve sevdai nedenlerle sürekli kalp sancısı çekenlere önerilen bu kalp şarabını da denedin uzunca bir süre…

bunca insanın dile getirdiği ‘ya uymak ya yok olmak’ öğüdüne kulak asmıyor görünsen de şu bilinmezlik - sizlerin de ayırdına çoktan varmış olacağınız biçimde -, akorsuz iki kalp taşıyan bir insana dönüştürmüştü seni. ”



8 Ağustos 2013 Perşembe

1926

Salvador Dali-Federico Garcia Lorca and Jose Pepin Bello // 1926 Photo taken by Luis Bunuel



Salvador Dali -Jose Moreno Villa- Luis Bunuel- Federico Garcia Lorca and Jose Antonio Rubio Sacristan met at the Oxbridge inspired Residencia De Estudiantes- Madrid-1926


3 Temmuz 2013 Çarşamba

3 temmuz 1883


"als gregor samsa eines morgens aus unruhigen träumen erwachte, fand er sich in seinem bett zu einem ungeheueren ungeziefer verwandelt."

"as gregor samsa awoke one morning from uneasy dreams he found himself transformed in his bed into a monstrous vermin."

"gregor samsa bir sabah korkulu bir düşten uyanınca, yatağının içinde kendini korkunç bir hamam böceği olarak buldu.''


Belki de her gün değişimimizi ve dönüşümümüzü fark etmeden uyanıyoruz güne. Hassaslaştığımız, hoyratlaştığımız, geliştiğimiz veya sadece başkalaştığımız günlerden geçiyoruz. Sonunda insan kalabiliyor muyuz sormalı kendimize. Belkide insan vücutlarımızda bir hamam böceğinden farksız oluyoruz kimi zaman... Biliçli yaşamalı günleri; okuyarak, fark ederek ve hissederek... Farklılıkları da  kabul etmeli kısa hayatlarımızda. Aynı kalıplar içinde değerlendirmemeli her şeyi. Tabi korkmamalı "öteki"lerden de. Tanımalı... Düşünmeli... Teşekkür etmeli bize bunları öğütleyen kitaplara, yazarlara...

İyi ki doğdun Kafka!!


Not: Dönüşüm için can yayınları'ndan çıkan baskısının arka kapak yazısı kitabı  etkileyici bir şekilde özetlemektedir."küçük burjuva çevrelerindeki iki yüzlü aile ilişkilerini irdeleyen bu öykü, aynı zamanda toplumun kalıplaşmış, işlevini çoktan yitirmiş akışına bilinç düzeyinde başkaldıran bireyin tragedyasını çarpıcı biçimde dile getirir. öykünün kahraması gregor samsa'nın başkalaşması, bir böceğe dönüşmesi, salt bir çarkın dişlisi, eleştirmeyen, yalnızca boyun eğen bir birey olmaktan çıkma anlamını taşır; böylece "böcekleşen"in yazgısı, elbet toplumca dışlanmaktır."   Not2: gregor samsa'yı Charles Baudelaire'in anlama şekli ise oldukça güzel başka bir yöndür:Not2: gregor samsa'yı Charles Baudelaire'in anlama şekli ise oldukça güzel başka bir yöndür:

“etrafımdaki insanlara ürkünçlük ve tedirginlik hissettirdiğimde yalnızlığı ele geçirmiş olacağım".


Die Welt - The World - Dünya

Die Welt wird nicht bedroht von den Menschen, die böse sind, sondern von denen, die das Böse zulassen.

The world is a dangerous place, not because of those who do evil, but because of those look on an do nothing.

Dünya; kötülük yapanlar yüzünden değil, seyirci kalıp hiç bir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir.

Albert Einstein.






1 Temmuz 2013 Pazartesi

2 temmuz 1993

Sivas acısıBen tanırım
Bu bulut bizim oranın bulutu
Hemşeriyiz ne de olsa
Benim için kalkmış ta Sivas'tan gelmiş
Yurdumun bulutu
Başımın üstünde yeri var

Ben bilirim
Bu rüzgar bizim oranın rüzgarı
Hemşerimiz ne de olsa
Benim için kopup gelmiş yayladan
Yurdumun rüzgarı
Kurutsun diye akan kanlarımı

Ben anlarım
Bu acı bizim ora işi, hançer acısı
Bir ülkedeniz ne de olsa
Aynı dili konuşsak da
Anlamayız birbirimizi
Hançerin nakışı
Tanıdım acısından, Sivas işi

Ben duyarım, duyumsarım
Bizim oranın sızısı bu
Binip kara bir buluta Sivas ilinden
Sivas rüzgarında uçup gelmiş
Helallik dilemeye

Ey yüreğimin onmaz acıları
Ey beynimin dinmez sancıları
Suç ne bende, ne de sende
Ne de olsa yurttaşımsın
Kapalı da olsa bütün vicdan kapıları yüzüme
Bilmelisin, bir yerin var can evimde
AZİZ NESİN







Düşler Bir Ses Bulur Bende.


bir çocuğun düşüyüm ben
büyülü yaz akşamları
ben üflerim mızıka söyler
sesimiz tutar sokakları

ılık bir ses taşırım yorulmadan
sonsuz özlemler büyütürüm yarına
ben mızıka çalarım
siz onu duymasanız da
mızıkamın içindedir yaşam

kardeşler ben çalayım siz görün
nasıl geçilir kiraz rengi sokaklar
soluk soluğa yeni aşklarla
yorulmaz yaşlı bir yürek bile
gülüşler ona akar da

ben mızıka çalmazsam
ne özlemleriniz olur ne ayrılıklarınız
yalnız bir yıldız gibi boşluğa
düşer yaşlı dünyanız

bir çocuğun düşüyüm ben
mızıkamın sesi yeryüzüne değer
uyurum uyanırım hep aynı şarkı
ne sesim eksilir ne umut biter. 

Haydar Ergülen

15 Mart 2013 Cuma

5.mektup


Ayrılık diye bir şey yok. Bu bizim yalanımız. Sevmek var aslında, özlemek var,
beklemek var. Şimdi nerdesin? Ne yapıyorsun? Güneş çoktan doğdu. Uyanmış
olmalısın. Saçlarını tararken beni hatırladın, değil mi? Öyleyse ayrılmadık.
Sadece özlemliyiz ve bekliyoruz


Zamanı hatırlatan her şeyden nefret ediyorum. Önce beklemekten. Ömür boyunca
ya bekliyor ya bekletiyor insan. İkisi de kötü, ikisi de hazin tarafı yaşantımızın.
Bir çocuğun önce doğmasını bekliyorlar, sonra yürümesini, konuşmasını, büyümesini..
Zaman ilerliyor, bu defa para kazanmasını, kanunlara saygı göstermesini, insanları
sevmesini, aldanmasını, aldatmasını bekliyorlar. Ve sonra ölümü bekleniyor insanoğlunun.
Ya o? Ya o? İnsanlardan dostluk bekliyor, sevgilisinden sadakat, çocuklarından saygı
ve bir parça huzur bekliyor, saadet bekliyor yaşamaktan. Zaman ilerliyor, bir gün o da
ölümü bekliyor artık. Aradıklarının çoğunu bulamamış, beklediklerinin çoğu gelmemiş
bir insan olarak göçüp gidiyor bu dünyadan. İşte yaşamak maceramız bu.
Yaşarken beklemek, beklerken yaşamak ve yaşayıp beklerken ölmek!
Özleme bir diyeceğim yok. O kömür kırıntıları arasında parlayan bir cam parçası.
O nefes alışı sevgimizin, kavuşmalarımızın anlamı. O tek güzel yönü bekleyişlerimizin.
İnsanlığımız özleyişlerimizle alımlı, yaşantımız özlemlerle güzel.
Özlemin buruk bir tadı var, hele seni özlemenin. Bir kokusu var bütün çiçeklere
değişmem. Bir ışığı var. bir rengi var seni özlemenin, anlatılmaz.
Verdiğin bütün acılara dayanıyorsam; seni özlediğim içindir. Beklemenin korkunç
zehiri öldürmüyorsa beni; seni özlediğim içindir. Yaşıyorsam; içimde umut varsa,
yine seni özlediğim içindir.
Seni bunca özlemesem; bunca sevmezdim ki!

Ümit Yaşar Oğuzcan

3.mektup



Gelme diyecektim, geldin. İyi ettin geldiğine. Neredeyiz? Bir şehir yanıyor, dikkat et. Tutuşabiliriz. işte ilk ateş gözlerine düştü, sonra dudaklarına, saçlarının arasına kıvılcımlar doldu ışıl ışıl. Yanıyorsun, yanıyorum, yanıyoruz.

Aranmakla yetinsek bunlar gelmeyecekti başımıza. Yinede memnunum. İyi ettin geldiğine. Taş olup kalmaktansa, ağaç olup yanmak iyi. Ellerini ver, ellerini. öpüşmeye susadım. Tırnak uçlarından öpmeye başlayacağım seni. Titreme, yanıyorsun. Koluma yat, sağ erkek koluma, güçlü erkek koluma. Dağılsın saçların, bırak. Nasıl olsa onları da öpeceğim tutam tutam. kulak memelerini, gür kaşlarını dudaklarını da öpeceğim. Dolgun dudaklarını seven, gözlerini, artık yaşamıyoruz. Belki de yaşamak bu, bizim bilmediğimiz. Öyleyse yeni yeni başlıyoruz yaşamalara, derin nefes almalara, o ölümsüz olmalara. Bir ekşi elma ısırıyordum, dişlerim kamaşıyordu omuz başlarını gördükçe ve biraz sen oluyordum sevdikçe, sevildikçe. diyordun, inadına yakıyordum. Yalvarıyordun, çıldırıyordum. Hiç ağlamadın. Ağlasan ne değişecekti. Ama ağlamadın işte yükseldin, yüceleştin. Tanrılaştın bir yerde. Öyle güzeldin anlatılmaz. Anlımdan ter boşanıyordu, saçlarım yapış yapış olmuştu. Yüz merdiven inip yüz merdiven çıkıyordum bir dakikada. Derin bir kuyudan su çekiyordum. Bir mağara ağazından sana sesleniyordum. Karanlıklar içinde birbirimizi aydınlatıyorduk. Sağır bir zamandı yaşadığımız. Sağır ve merhametsiz. Kör bir geceydi yumruklayan kapıyı, kör ve dilsiz. Artık hiç sönmeyecektik biliyorum....

Ümit Yaşar OĞUZCAN

9 Şubat 2013 Cumartesi

O mavilik derdi

Beni uykudan uyandırır uyandırmaz
Dünyanın bütün huyları yüzünde
Ben bunlardan birini seviyorum en çok
Sana bir nar kesip uzatıyor ya doğa
Tutsam tanelerini
Sevincin gözyaşları derdim buna.

Bir süre bakışıyoruz karşılıklı
Ben uykudan uyanır uyanmaz
Benimle şiir gibidir bu
Tam karşımda ama yazılmamış
Durmadan bileniyor aklımda.

Seni unutarak baktığımda bile
Dünyanın her yerlerinden geçiyorsun
Yayılıyorsun kalabalıklara
Yalnız yayılmak mı
Aşkın en büyüğü, en dayanılmazı demeli buna.

Özlenirsin, alabildiğine varsın da
Daha da var oluyorsun gün günden
Olgun bir meyva gibi güleceksin zamanla
Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin
Bir kuş olsa mavilik derdi buna.

Edip Cansever

3 Ocak 2013 Perşembe

şeker portakalı

"... sevincin 'yürekte ışıldayan bir güneş' olduğunu söylemiş, 
güneşin her şeyi mutlulukla aydınlattığını belirtmişti. 
Bu doğruysa, benim iç güneşim de şimdi her şeyi güzelleştiriyordu..."

Zezé'yle tanışmam malesef küçük yaşımda olmadı. ama kitabı bitirdiğim gün karar verdim, bir gün kendi çocuğum olursa onu mutlaka Zezé'yle erken yaşta tanıştıracaktım. hem sadece onu da değil-arkadaşlarıma-fikrime güvenenlere Zezé'yi anlatacaktım.

José mauro anlatımı beni almıştı. kitabın sayfalarında-hikayenin içindeydim. Zezé'nin üzüntüsünü kalbimde hissediyordum. üstelik dünyaya karşı öfkemin yoğun olduğu zamanlarda artık kendim için bile üzülmeyi bırakmışken...


Zezé öyle şeyler anlatıyordu ki içimde aradığım şefkati-bazen öfkeyi ama derinlerde hep umudu buluyordum. Zeze'nin değil kendi umudumu. nasıl desem sanki ben Zezé'ye sarılmalıydım. Birlikte soğuk kış günü kitabı okuduğum o parkta birlikte ısınmalıydık.


... 

-sorun şu, dayıcığım: çok küçükken, içimde şarkı söyleyen bir kuş olduğunu, şarkıyı onun söylediğini sanırdım.
-eh, insanın böyle bir kuşa sahip olması harika bir şey.
-anlamadınız.artık kuşuma pek inanmıyorum.ancak içimden konuştuğum ve kendi içimi gördüğüm zaman oldu bu değişiklik.
durumu kavradı ve şaşkınlığıma güldü:
-açıklayayım Zezé. bu değişimin ne olduğunu biliyor musun? büyümektesin demektir. 
...
-anlıyorum ya kuş?
-kuş, ulu tanrı tarafından küçük çocukların,nesneleri keşfetmelerine yardımcı olmak için yaratılmıştır. gereği kalmayınca, çocuk, kuşu ulu tanrıya geri verir.ulu tanrıda kuşu, senin gibi akıllı olan başka bir çocuğun içine yerleştirir. güzel, değil mi?
...
doğruca şeker portakalımın yanına gittim.
-Xururuca, bir şey yapacağız.
-nasıl bir şey?
-birlikte biraz bekleyeceğiz.
-kabul.
oturdum başımı onun cılız gövdesine yasladım.
-neyi bekleyeceğiz, Zezé?
-gökyüzünden güzel bir bulutun geçmesini.
-ne yapacağız onu görünce?
-kuşumu bırakacağız. evet artık ona gerek kalmadı.
gökyüzüne baktım. "işte şu,Minguinho," dedim ve ayağa kalktım. çok duygulanmıştım. gömleğimin önünü açtım.
-bak, Minguinho.
kuşumun cılız göğsümden koptuğunu hissettim.
-uç, küçük kuşum,yükseklere uç. uç da tanrının parmağına kon. tanrı seni başka bir küçük çocuğa yollayacak. benim için şarkı söylediğin gibi onun için de söyleyeceksin. hoşçakal,benim güzel kuşum!

içimde büyük bir boşluk hissettim.

-bak, Zezé. bulutun parmağına kondu.
...
-.Xururuca?
-ne var?
-ağlamak kötü bir şey mi?
-ağlamak hiç bir zaman kötü değildir,budala.neden sordun?
-bilmiyorum. bir türlü alışamadım. sanki yüreğim boş bir kafes...

...


sizinkini bilmem ama benim de küçükken tam da böyle bir kuşum vardı. sadece şarkı söylemez konuşurdu da. bana akıl verirdi. dertleşirdik. dinlerdi-anlatırdı, uzun uzun. sonra vedalaştık tabi. ben de onu gökyüzüne bırakarak çıkarmıştım yüreğimden. küçük bir ışık demeti uzaklaşmıştı aklımdan. aydınlanan bir yanım bütünüyle kararmıştı. çocuk değildim artık.


sonra okul meseleleri başladı. hiç bir zaman şeker portakalı okutulmadı bana okulda veya küçük kara balığın lafı bile edilmedi. annem de gece masallarında "kuzucuklar" diye bir kitabı tercih ederdi. bazen başka kitaplar ama hiç Zezé yoktu içinde veya martı jonathan... bu yüzden belki de onlarla tanışmak geç oldu. ama tanıştım, iyi ki tanıştım. ahlak anlayışımı şimdi ülkemde konuşulan soruşturma hikayelerini dinlerken sızlatacak kadar derin etkilediler beni.


moralim bozuk olduğunda kitaplarımı seviyorum. okşamak gibi, ciddi ciddi sayfalarını şefkatle çevirerek veya bazen sarılarak... tabi çoğu zaman okuyarak seviyorum. bu da benim motivasyon şeklim-bu da benim kendimi mutlu hissetme yöntemim. ve birileri en sevdiklerime dil uzattıklarında... işte o zaman kan beynime sıçrıyor. kimin sıçramaz ki. mesela güzel ülkemde biri, Zezé'yi, edepsiz bulmuş. bak sen... okur yazarlığın kalıpsal çizgisinin- kelimenin en sevdiğim tam anlamıyla örümcek kafalı' bedenlerde yerleşmiş o korkunç bir adım ileri gidemezliğiyle kahroluyorum.


anlamıyorum...

canım acıyor.

"şimdi acının gerçekten ne olduğunu biliyorum. ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. acı,insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi."


umarım zamanın bir yerinde güzel ülkemin güzel insanları beyinlerimizi böyle sarsmaktan vazgeçerler. ben de bu ülkenin parçası olmaktan gurur duyarım...


belki...

bir gün...

fakat şuan tehlikenin farkında mısınız?