21 Aralık 2017 Perşembe

Arzu Tramvayı*

Şimdi kış tatilleri, yılın altı aylık rutin kaçamakları da gündeme gelmeye, yurdun yüksek kesimlerinde kar kendini göstermeye başlamış ve biz yılbaşı için o beyaz romantik örtünün hayalini kuruyorken, bir süre, yolculuk ve varış üzerine de durup düşünmek gerekiyormuş. 

Bazen bizi bazı yolların varılan sokakları değil de o yolda gördüklerimiz değiştiriyormuş meğer. Tabi bu bize Konstantinos Kavafis (1863 - 1933) tarafından İthaka'da çok uzun zaman önce de öğütlendi. Yeni bir şeylerden bahsetmiyorum. Benim düşmek istediğim not, Arzu Tramvayı'nın galasına gitme şansı bulduğum o günle ilgili. 

Zerrin Tekindor'u izlemek uzun zamandır hayalini kurduğum bir şeydi (ki aslında saymaya başlayınca sahnede izlemek hayalini kurduğum ne kadar çok sanatçı olduğunu da farkediyorum). Tennessee Williams'ın Arzu Tramvayı da Zerrin Tekindor gibi kuvvetli, bir metin. Yolculuk, yoksulluk ve hayatta bir başına kalmışlıkla günden güne eriyen bir beden oluyor Zerrin Tekindor, kadın olmanın apayrı düzlemlerini açıyor bize. Cümlelerinin satır aralarında varoluşunun ağırlığını hissediyor izleyici, böyle narin ve zarif gözüken bir kadının omuzlarından birileri şu yükleri söküp alsın artık diye yalvarıyor içten içe. Küçücük anlarda, kendi kavgalarını, kendi cümlelerini, kendi yoksulluklarını düşünüyor, buluyor, hayal ediyor.

Ama varoluş vurgusu, bundan çok başka görünümlerde, başka başka şekillerde de çıkabiliyormuş karşımıza. Tiyatrodan çıkışta Uniq'in duvarlarından birinde "repair yourself" yazıyordu. Kendini tamir etmek, önce düzgün çalışmayan kısımlarını da bilmeyi gerektiriyor tabi, Sokrates'e kadar uzanır bu. Hatta tekrar döner günümüze gelir, Matrix'in "Temet Nosce" yazan duvarına ve bunun muhabbetini yaptığın akşam yemeklerine hatta o yemeklerde hazırlanan zeytinyağlı sosun ne kadar harika olduğunu hatırlamana kadar varır, avlar seni... 

Belki de benim kendimi tamir sürecim önce bu takip silsilesini bir yerde kesmeyi denememle başlamalı. Ucu bucağı belli olmayan zihin saraylarımızın içinde ordan oraya savrulmak öyle kolay ve bazen öyle konforlu ki insanın kendini içine bırakası geliyor. Fakat ilerlemeci gelmiyor artık bana bu silsile, kopamayışımı bir kaçışa yormaya başlıyorum. Sanki bir şeyleri düşünmeye cesaret edemediğimden, geçmişin beni (mutlu veya mutsuz) nasıl ederse etsin, ayrıntılarında kaybolmak kaçısına sığınıyormuşum gibi geliyor. Çıkıp şu anımın problemlerini kendime bir bir dökmek ve yüzleşmek yerine, geçmişin tadı bozuk anılarına bile geri dönüp durabiliyorum. Bir de tabi bir yerden sonra neyin tadının nasıl olduğunu unutup, yine aynı zihin sarayında bunları olduğundan büyük, daha şaşalı ve bulunamaz tatlara dönüştürebiliyor insan (masadaki zeytinyağlı sos gibi). Özlemek acayip bir şey hangi kalıba soksan giriyor bir şekilde ama o sostan bahsetmeden kapatmayayım bu sayfayı. Yılbaşı öncesi muhtemelen yılın bu zamanlara yakın bir dönemiydi, 2015 sonu.  Davet edildiğim bir akşam yemeğinde masaya bir zeytinyağlı sos getirildi yemekten önce ekmeğimizi bandırdıklarımızdan. Ben onu tadarken konuştuğumuz bir konudan mıdır, yoksa o esnada çok değer verdiğim bir masada olmamdan mı bilmem... Aklımda. 

Bazen hislerimizin de etkisiyle, başımıza olağandışı şeyler gelebiliyormuş meğer. Oturup düşününce,
aynaya bakınca insanın neresini tamir etmesi gerektiğini şıp diye bilemediği daha mistik şeyler (Elon Musk'ın bir yanda mars'ı, diğer bir yanda aşkı bulacağı kadını araması gibi).

Veya yalnızca ve sessizce Blanche Dubois çığlığı gibi içimizde yankılanıyor bazen tamir edilme ihtiyacımız. O zaman belki bir tiyatro metni, belki bir duvar yazısı, hangisi  ilham veriyorsa, takip etmek gerekirmiş. 2018'de ben kendim adına öncelikle bunu diliyorum. Bir kadının, hiç bitmeyen o iç sesiyle, takip ettiği kendini bulmayı... 

Aralık 2018

1 yorum:

  1. Paylaşım için teşekkür ederim admin, bizler de bu güzel konuları sohbetci sitesinde ele alıp ayrıntılı bir şekilde sohbet ediyoruz. Yüreğinize sağlık.

    YanıtlaSil