6 Aralık 2018 Perşembe

Kendine Ait Bir Gün*



Uzun zamandır bu kadar mutlu olmamıştım, kendimle baş başa. 


Dün, bir günü kendime ayırmaya ve sevdiğim şeyleri yapmaya karar verdim. Kendime çokça gün ayırabilirim ama sadece kendime ayırmak bazen lüks, afilli bir şeymiş gibi geliyor. Buna hakkı olup olmadığını sorguluyor nedensizce insan, sanki yaşadığı hayat "sadece" onun değilmiş gibi. 

Müze gezmek için evden çıktım. Sonra gün sanat görmek, kitap koklamak, yürümek, yağmurda ıslanmak, İstanbul'u denizden görmek, ucuz kahve içip, ucuza yemek yemek, Malik Aksel'le karşılaşmak, büyülü bir dükkandan pul satın almak, piyano bakmak, Özdemir Asaf'ın sevgilisiyle tanışmak gibi şeylere evrildi. İstanbul çok acayip bir şehir. 

Çengelköy'den Üsküdar'a varıp, Karaköy'e vapurla geçmek bile başlı başına bir seyahat keyfi. Her adımı İstanbul kokan bir rota bu. Bu yolun bir kısmında sabah keşfettiğim Can Ozan'ın Deniz Kabuğu'nu dinledim. Şöyle diyor şarkı "Bir hevesle çıktı bu yola, hiç sonunu, düşünmeden... Gençti çok hâlâ bir girdaba yakalandı, büyümeden..." Hayatımın o girdaplarını düşündüm uzun uzun. Ne günler geçti, ne çok şey birikmiş içimde hiç anlatmadığım. Kimseye söylemediğim, kendime bile. 

Yolun diğer kısımlarında sadece martıları dinledim. Küçüklük hayalimin evimi bir martıyla paylaşmak olduğunu hatırlayıp gülümsedim yine (işten ayrıldığımdan beri bu gülümseme meselesi hayatımın sıradan bir parçası oldu, o kadar özlemişim ki). Karaköy'e indiğimde ilk hedefim hemen İstanbulModern'e gidip Balıkçı Çocuk ve Kediler tablosunu görmekti. Yağmur yağıyordu küçük küçük, "korkma her şey yolunda, hadi biraz rahatla artık" der gibi. Dinledim bunu. Hiç bir şey düşünmeden bankalar caddesine döndüm. Sonra o merdivenleri gördüm. Yıllar önce eski bir dostla bu merdivenlerden Alman Lisesinin toplaşmasına gidip, onların geleneksel bir tatlısını yemiştik. Yağmur beni korumaya devam ederken merdivenlerin önünde durup, o yılları düşündüm. O yıllarda beni kollayan tüm hisleri, tüm insanları hatırladım, iyi ki var(dı)lar dedim. Şimdi neredelerse umarım çok mutludurlar.

Salt Galata'nın güvenliğine İstanbulModern'in yeni yerini sordum, bilmiyormuş. "Ama burada da sergi var" dedi. Osmanlı Bankası Müzesi'ni gezmiştim, yine de adama dert anlatmak yerine teşekkürler deyip kendimi Salt Galata'nın içinde buldum. Tabi saat daha çok erken, cafesi de açık, kahvesi de fena değildi. Haklıymış adam, benim görmediğim bir sergi varmış müzede: İdealist Mektep, Üretken Atölye 1932'den 1973'e Gazi Resim-İş. Orada Malik Aksel'le karşılaştım, acayip güzel kadın portreleri vardı. Gazi Eğitim Enstitüsü (1926-27), Halkevleri (1932) ve Köy Enstitüleri (1940). Kısa notlar ve Malik Aksel'in kadınları. Kadınları doğal hallerinde, ama bir erkek gözüyle değil, onların kendilerini ifade ettikleri şekillerde resmetmeye çalışırmış Aksel. Tabi poz veriyorlarmış bir yerde oturarak ama daha çok kadın olarak kendileri varmış orada. Zamanla önce kendi içinde sonra toplum içinde kendini bulmaya çalışan onca kadın. Eğitimin karma olduğu zamanlara geçiş. Kadınların, erkek çocuklarına öğretmenlik yapmaya başlaması...
Bu sergi 12'de açılıyormuş onun açılmasını beklerken, Salt Galata'nın modern kütüphanesinde kitabıma da zaman ayırdım. Hatta bu sergiyi gezdikten sonra dönüp bir de kitap raflarının arasında dolaştım. Ara Güler ve Murat Belge'nin kocaman resimli İstanbul kitapları vardı. Çok garip bir şey oldu. Salt Galata'nın cafesinden kahve alırken, kasadaki (muhtemelen benimle yaşıt) gence hangi katta, hangi sergi olduğunu sordum. Binayı, sergileri hiç gezmediğini nerede ne olduğunu bilmediğini söyledi. İstanbulModern'e Galata Kulesi yanından tırmanırken, bir pul koleksiyoncusundan, 100'lük pul adım 20 TL'ye. O adam hep bana hayatın sırrını çözmüş de oturup yüzyıllardır insanları izliyormuş gibi geliyor dükkanında. Harry Potter'ın asa seçmeye gittiği dükkan gibi biraz, zaman zaman uğruyorum oraya.

İstanbulModern'de Balıkçı Çocuk ve Kediler tablosu yoktu ama Yıldız Moran'la tanışıp büyülendim. O kadar çok Özdemir Asaf dinlediğim uzun yıllarda nasıl hiç Yıldız Moran'ı merak etmemişim diye düşündüm, bu tanışma beni çok şaşırttı.  Oturup fotoğraflarına uzun uzun baktım, çok etkilendim. Türkiye'de akademik eğitim almış ilk kadın fotoğrafçıymış üstelik. 1963’te Özdemir Asaf ile evlenmiş. Üç tane de çocukları olmuş, Gün, Olgun ve Etkin. Meğer o gördüğümüz Özdemir Asaf portrelerinden bazıları da onun gözündenmiş. Çok hayran oldum bu kadına. Özdemir Asaf'ın Akıl Gözü dizelerini okumuşlar mıdır acaba birlikte? Sevmeden önce anlamaya çalışmışlar mıdır mesela birbirlerini? Şiir ve fotoğrafı nasıl konuşmuşlardır rakı masasında? Özdemir Asaf, şiirlerinde Yıldız Moran'ın fotoğraflarından etkilenmiş midir veya Yıldız Moran, fotoğraflarını çekerken, esinlenmiş midir Özdemir Asaf'ın şiirlerinden? Hep yeniden başlamışlar mıdır aşklarına, bir yaşam boyu bitirmek yerine?  

Asmalı'nın bir köşesinde küçücük bir restaurant vardır. Zeytinyağlı yemekleri olur çeşit çeşit içindeki vitrininde. Eğer burada bir öğlen 5 çeşitli bir tabak almadıysanız, ben İstanbul'un en iyi restaurantlarını bilirim demeyin sakın. Bugün bir de pazı çorbaları vardı, nefis!

Sadece, Galata'dan tekrar Karaköy iskelesine yürüdüğüm yolda bile, Galata Mevlevi Müzesi, bir İstanbul kedisiyle tanışma ve piyanoya mı başlasam diye düşünüp bir yarım saatimi de bana piyanoları tek tek çalarak gösteren piyano eğitmeniyle geçirdikten sonra, bir dakika kala Üsküdar vapurunu yakaladım. Nefes aldığımı ve İstanbul'u hissettim tüm bedenimde. Beni alıp, çıkardığı acayip güzel maceralarıyla bu şehri çok sevdiğimi fark ettim tekrar. Kendime ait bir günden bir sürü ayrıntı kalmış şimdi bana.  




19 Ekim 2018 Cuma

Ara Güler*

Yollarımızın kesiştiği sadece bir anım var. 

Makarnalarını çok sevdiğim Ara Cafe'deydim ve dışarıda inanılmaz bir sağanak başlamıştı. Ben kolsuz çok ince (her zamanki gibi) bir tulum giymiştim. Arka masada Ara oturuyormuş, beni görünce "sen böyle donmuyor musun?" diye laf atmıştı. Ağzım kulaklarımda bir şeyler gevelemiştim. Genelde sanatçıya değil ama sanata aşık olduğumdan o gün Ara Güler'le fotoğraf çektirme talebinde falan bulunmadan çıkmıştım cafe'den. Tabi fotoğraflarına hayran hayran saatlerce bakmış, öğrenci harçlığıyla her fırsat bulduğunda, o pahalı fotoğraf kitaplarından almaya çalışmış biri olarak heyecanımın beni nasıl bir kalp çarpıntısına sürüklediğini şu an bile tekrar hissedebiliyorum. 

Aşağıdaki fotoğraf diğer başka bir kaç fotoğrafla birlikte, üniversite hayatım boyunca beni motive eden şeylerdendi. Çok umut verirdi bana, ilham verirdi, bir amaç sunardı, teşvik eder ve cesaretlendirirdi. Sanattan beklediğim her şeydi yani. 

Hala çok ince giyiniyorum zaman zaman ve her seferinde görse Ara Güler'in muzipliğiyle bana "çok ince giyindin" diyeceğini düşünüp gülümsüyorum.

Bu dünyadan Ara Güler geçti... (16 Ağustos 1928 - 17 Ekim 2018) 




9 Ağustos 2018 Perşembe

Bir Dinazorun Gezileri*

Mina Urgan'a bayılıyorum! 
Yaşam enerjisine, bakış açısına, anılarının her birini anlatış şeklinin biricikliğine! 

Bazı satırlarını okurken altını çizmekle yetinemiyorum, hayatımda böyle anlardan biriktirmeliyim diye düşünüp, hayallere dalmış buluyorum kendimi. Ortak bir şeyleri beğenmişsek kendimle acayip gurur duyuyorum. Onlardan biri de "Bir Dinazorun Gezileri" sayfa 213'ten. Der ki Mina: "Prag'da ne yazık ki, ancak iki gün kalabildik. Oysa bu kent öyle olağanüstü güzel ki, iki gün, bir tek sokağını görmeye bile yetmez. Eski mahallenin her bir evinin önünde durup, bir tablo seyredercesine, saatlerce bakmak istersiniz. Onun için, Prag'ı gerçekten gördüğümü söyleyemem. Tek söyleyebileceğim, Prag'a geldiğimizde yağmur yağdığı ve benim Nazım'ın dizelerini anımsadığımdır:

Yağmurlar içindeydi Prag
Bir gölün dibinde gümüş kakmalı bir sandıktı. 
Kapağını açtım
İçinde genç bir kadın uyuyordu camdan kuşlar arasında."

Prag'da iki kez bulunma şansım oldu şimdiye kadar. İlk gidişimde 24 yaşımdaydım ve karlı bir şubat ayıydı. Bir sabah 7'de, henüz bir kaç Praglı evlerinden yeni çıkıp işine gidiyorken, Charles Bridge'in ortasında durup "her yıl mutlaka gelicem buraya" demiştim kendime. Bir parçam orada, o köprüde kaldı o zamandan beri. Her Prag'a gittiğimde kendime ait bir şeyleri de hatırlıyorum bu yüzden. Heyecanlarımı, umutlarımı, hayallerimi, karanlık ve puslu havasında saklıyor sanki şehir. 

Ben hep Kafka cümleleri duyardım, ama şimdi Mina, bir Nazım şiiri fısıldayınca kulağıma, artık Nazım'ı da dinleyeceğim sokaklarında... 

Kendini keşfetmek başlı başına bir yolculukmuş. Öyle veya böyle yürüdüğün her adımda bir şeyler ekliyormuşsun hayatına. Kafka, Prag, Mina, Nazım... Bir fotoğrafta bir kokuyu, bir kremde kışın soğuğunu, bir şarkıda kocaman, sımsıkı bir bağı hissetmek gibi şeylerle dallanıp budaklanıyormuş anıların. Para biriktirmekle, eşya biriktirmekle değil, anı biriktirmekle büyüyormuş ruhum. Geçip gitse de beni büyüten bir yığın anı biriktirmekle... 


Aklımda hiç bitmeyen Prag özlemiyle,
Derya


Şu an arkada çalan parça Liam Gallegher'dan olsun, siz ne istiyorsanız ondan!