3 Şubat 2019 Pazar

Almond Blossom - Şubat 1890*

129 yıl sonra, Amsterdam'da ressamının adına açılmış müzede sergilenen bir tablo. Bense tek başıma çıktığım bir yolculukta buluşuyorum onunla. Hiç plansız, beklenmedik bir tutulma... 

Şaşkındım. Öyle ki bu çiçek açan badem ağacını gördüğüm anda kalbim hızla çarpmaya başladı, hani şu istemsizce elinizi sol göğsünüzün üzerine götüren türden. Tabloya biraz daha yaklaşıp, dokusunu fark ettiğimdeyse yavaş yavaş gözlerim doldu. Ne yalan söyleyeyim o an biraz korktum. Daha önce de buna benzer hisler yaşamıştım gerçi (onlar başka yazıların konusu) ama ne zamandır tekrarlanmamıştı. Ben de sağlıklı olduğuma içten içe inanmaya başladım bu süreçte. Sonra 45 dakika kadar bu tablonun karşısında neden bunu yaşadığımı düşündüm. Gerçi sonradan çok saygı duyduğum ve fikirlerine acayip değer verdiğim biri bana böyle bir sendrom olduğundan ve isminin de stendhal olabileceğinden bahsetti ama bu süreçte başka bir düzlemde beni düşünmeye iten ve kendi içimde yaşadığım bazı aşamalar kaydetmiştim sanırım.  

Her şeyden önce bu tablo acayip ters köşeydi benim için. Vincent'ın her ne kadar renklense de çoğu zaman yüksek dozda hüzünlü anlatımına alışıktım ben. Starry Night, yıldızlı bir gece değildi mesela, kendi renklerini bulmaya çalışan hayalperest ve değeri zamanında anlaşılamamış bir sanatçının kendi dünyasını aydınlatma telaşıydı. The Bedroom at Arles, Vincent'ın, Theo'ya yazdığı gibi huzur ve uyku isteği de uyandırmadı bende, resimde hiç beyaz kullanmamıştı. Hikayesi de aslında Vincent için çok da iyi olmayan bir döneme tekabül eder. Gaugin'i beklerken tabloyu resmetmiştir ama Gaugin ile iki ay kadar birlikte yaşadıktan sonra Vincent en kötü dönemlerinden birine girer, kulağını keser ve Saint Rémy'de bir akıl hastanesine kaldırılır. Mesela The Potato Eaters, ruhsal olarak aç kaldığım zamanları hatırlatır, okumaya zaman bulamadığım, gelişip büyüyemediğim zor zamanları. Vincent tüm bu alıştığım duygulardan başka şekilde, Almond Blossom ile bu defa beni kocaman bir umudun içine bıraktı. Karşı koyulamayacak ve görmezden gelinemeyecek kadar güzel bir umudun içine. 

Vincent bu tabloyu, hediye olarak sevgili adaşı ve küçük yeğeninin doğumu için resmettiğini yazıyor Theo'ya. Bu yüzden baharı, var olmayı, büyümeyi ve hayatı anlatıyor, mavi ve beyazla. Beni ilk olarak buradan vurdu sanırım. Böyle karamsar, kendi hesaplaşmaları içinde renklerini arayan, zaman zaman kendi içinde kaybolan hatta uzun süre yolunu da bulamayan bir adamdan, umuda dair bir şeyler duymak insanı kıskıvrak yakalıyor ve hatta "küçük dertlerinin ızdırabıyla ertelediğin onca şey arasında umutlu olmayı hatırla" diye de uyarıyor. Kendi verdiğimiz kararların, kendi çıkmazlarımızın ve kendimizce uydurduğumuz kaçış yollarının daracık sokakları arasında kaybolduğumuza inanırken, hayatın ve zamanın anlamları üzerine durup yeterince düşünmüyoruz belki de. Çıkmazlarımız gerçekten çıkmaz mı? Sorularımızın ve sorunlarımızın cevapları neler? Ne istiyoruz ve ne yapıyoruz? Veya kısaca kimsin sen? Bu şey değil, bizim Türk politikacıların birbirine kurduğu en anlamlı soru olarak kimsin sen! Ama daha çok Sokrates'ten beri gelen ilk soru gibi, sen kimsin?

Bu ters köşe hareketten sonra, kalbimi elimle tutup kendimi korumaya çalışırken, bu defa renklerle birlikte gözlerim etkilenmeye başladı tablodan. Gözlerimin o ana kadar gördüğü - en güzel - mavi ve  beyazdı. Dünyada böyle renkler olduğunu bile bilmediğimi fark ettim, bilmediğini fark ettiğin ne çok şey olduğunu anlayınca yaşadığın o garip boşluk hissiyle doldum tekrar. Güzel olmak, renkli olmak, benzersiz olmak yeniden tanımlandı kendi içimde. Tecrübelerimin anlamları değişti, vardıkları kavramsal sonuçlar yenilendi. Tüm bedenimin ve zihnimin bir makina gibi yeniden programlandığını hissettim. Denklemlerime ve kodlarıma yeni bir şey eklenmişti, başka ve umutlu bir renk. 

O renklerin oluşum sürecini hayal etmekse beni daha önce üzerine hiç düşünmediğim bir yere götürdü. Vincent renklerinin içine doğadan bir yığın şey ekliyormuş. Bu yüzden resimlerine yaklaştığınızda pürüzsüz bir boyadan ziyade içinde çokça başka şeyin de kalıntısı gizli olurmuş. Hayatın, yaşanmışlığın, anıların izlerine bir tabloda nesnel olarak rastlamak da mümkün yani. Şimdi bir Vincent tablosunun içinde neler olduğunu düşünürken hissettiğim, yaşadığım zamandan ne topladığımla alakalıydı sanırım. Sahi ben ne topluyordum? Neyi nasıl üretiyordum da kendimce kişiselleştiriyordum? Ben bir şeyleri kişiselleştiriyor muydum? 

Sonrası Vincent'tan bağımsız ama bağlantılı olarak, küçük bir kızın tablonun önünde, hikayesini dinlemek için ayaklarını altına alıp, yere oturmuş olmasıyla ilgiliydi. Bu öğrendiği bir davranış olamaz muhtemelen çünkü o an o salonda bunu yapan tek kişiydi. Sanırım bu onun en çok cesur olmasıyla alakalıydı. Herhangi bir davranış kalıbını takip etmek zorunda hissetmeyecek kadar cesur olmasıyla alakalı. O an ben bunu yapmak istesem de o cesarette değildim. Yapamayacağımdan değil ama insanların bakışlarını fark eder ve hikayeye odaklanamazdım. Eteğim açıldı mı? Saçlarım dağıldı mı? Dudaklarım mı düşmüş, çok mu somurtkanım? Ellerimi nereye koymalıyım? gibi sorularım dikkatimi dağıtırdı belki. Sonra bu yazıyı yazacak kadar düşünemezdim. Ama tablonun hemen karşısındaki duvara yaslanmamda sorun yoktu, bir şekilde bunu öğrenmiştim. Belki artık o kız olamam ama henüz okula bile başlamamış küçük bir çocuktan bir şeyler öğrendim o gün, mesela doğrudan davranışlarımı olmasa da düşüncelerimi toplum tarafından kabul görmüş bir düzlemde sorgulayabiliyorum sadece. Yani öncelikle bedensel olarak güvende hissetmem lazım, ancak sonrasında sorularımı sorabiliyorum kendime, yine döndük mü Virginia Woolf'a. Düşünmek için kilit noktamız tekrar biriciğimiz tarafından öğütleniyor: kendine ait bir oda. Bu bazen bir müze duvarı, bazen bir taksinin arka koltuğu, bazen gece eve yürüyerek dönmek istediğinde elinde sıkıca tuttuğun biber gazı. Kendini güvende hissetmek, kadınlar için zamanla çok zor bir hal alabiliyor. Hele düşünmek, konuşmak, yazmak... Ama o küçük kız sanırım bunu henüz öğrenmemişti, umarım öğrenmez. Sonsuz kaynağa ulaşabildiği ve her zaman o gün o tablonun önünde ayaklarının üzerine oturup hiç kimseyi umursamadan dinlediği gibi, o olağanlıkta, o merakla bakar hayata ve zamana. 

Peki hangisi gerçekti, hangisi düş?

Benim Vincent'ın Almond Blossom'ı karşısında yaşadığım tüm o bedensel değişimler ve zihinsel telaşım, gerçek miydi? Yoksa bir sendromun girdabında, değerli olduğuna inandırıldığım bir şeylerin heyecanını mı yaşıyordum yalnızca? 

Müzenin kitapçısından bana o günü hatırlatacak bir kartpostal aldım, arkasına aynı zamanlarda bir kaç cümlelik not düşmüşüm. Üzerinden çok geçmedi ama kartı alıp baktım. Son cümlem şöyle: "Ben nereye aitim? Benim bir yerim var mı?" 
  
129 yıl sonra, Şubat 2019'da zamanda yer bulmuş bir tabloyla buluştuğum günün anısına.
Yaşadığım tüm değişimlerin olanca heyecanı ve merakıyla,
Derya

(Varsova - Şubat 2019)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder