Ars longa, vita brevis, occasio praeceps, experimentum periculosum, iudicium difficile.
22 Kasım 2012 Perşembe
8 Eylül 2012 Cumartesi
Specter's way
"What are your choices when someone holds a gun to your head? You do what they say or they shoot you,rigth? Wrong! You take the gun. You pull out a bigger gun or you call their bluff or you do one of another 146 other things" -Harvey Specter (Suits)
16 Ağustos 2012 Perşembe
kelebek avcısı*
"ben sebastian’ım ya da sebastian ben ya da belki ikimiz ikimizin de tanımadığı bir başkasıyız."
Vladimir Nabokov
telefon çalıyor. uzun zamandır duymayı istediğim sesten-uzun zamandır beklediğim bir haberi alıyorum. serin kanlı olmaya çalışırken (ki bu öyle bir mesela) yüzümde "saçma" (kime göre belli değil) bir gülümseme beliriyor. baş ucu lambamın ışığında odadaki her şeyi benim dışımda ve tüm içsel dünyamı odaya saçılmış buluyorum. köşede parlayan egom, yanı başında yanımdan hiç ayırmadığım müthiş saf inancım, biraz ileride gururum. hiç bir şeyden haberi olmayan hayallerim dip dibe kaldığı hayal kırıklıklarımla tamamlanmış ve daha güçlüler şimdi.
zamansız bir haber mi?
evet.
birden iki kişiyim. sonra ikiden fazlayım. yayılıp dağılıyorum. dağıldıkça istediklerimi topluyorum odadan kucağıma. her parçam bir başka şeyi tutup getiriyor. nasıl desem, sanki aradıklarıma kavuşuyorum. kavuşmak her zaman güzel bir şeydir.
her parçam kendini manyetik bir enerjiyle dağılmaktan koruyor gibi. koparılmak, dağılmak değildir. tekrar konuşmaya başladığımda sesler biraz tuhaflaşıyor. serinletiyor. aynı zamanda hata yapmaktan korkuyor çünkü ben şu her şeyin evrende kaldığına ve enerjileri etkilediğine inananlardanım. bu yüzden her şeyi değiştirme gücümüz olduğunu düşünmekle, kendini her şeyin merkezine koyuyor suçlamalarına maruz kalırım. kabul ediyorum ki herkes kendi evreninin merkezindedir.
aslında bu yazıyı Nabokov okumaya başladığımı belirtmek için yazmak istemiştim ama kafam biraz dağınık. şöyle ki ben de kendisini okumaya başlamak için tıpkı bunun gibi bir belirtiden ilham almıştım.
başlangıcımda kendisinin de ilk romanı olan Maşenka'yı seçiyorum.
Lolita'sını filmiyle hayran olarak öğrenmiştim. tabi ki unutulmaz satırlarıylarıyla beraber : "Lolita, hayatımın ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahım, ruhum, Lo-Li-Ta; dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-Li-Ta"
bağlamak gerekirse ben her sanatçının birden fazla kişiliği olduğuna inananlardanım. yani bir öyle bir böyle dengesizlikler izinde çırpınışların bir çıkarımı olarak görüyorum sanatı, çoğu zaman. çırpınmadan sanat olmaz. bu biraz Tomris Uyar bakışı gibi, "hayat bir sanrıymış belki bir sancı." ifadesiyle devam etmek gerekirse insanların sancılarını dindirmek için bir şeylere sarıldığını görmek zor değil.
.jpg)
telefonu zamansız kapatıyorum. henüz söylemek veya anlamak istediğimi tam olarak alamadan. sonra bir masanın hayalini kuruyorum her sandalyesinde konuşmaya bir şeyler ekleyen birilerinin oturduğu bir sanat cümbüşü içinde buluyorum kendimi. artarak çoğalan fikirler rüzgarı var ve ben çok mutluyum.

EK1:çok fazla araştırmadan seçilmiş bir şarkı olarak,bir süreliğine fonda böyle bir şeyler de çalabilir. http://www.youtube.com/watch?v=avTb5yctHvA
EK2: Nabokov, Türkçe Lolita'nın kapağını beğenmemiş. ve hakkı varmış. http://www.youtube.com/watch?
4 Ağustos 2012 Cumartesi
o kadın.
Jean Seberg, hayatını çalkantılı yaşamak nedir biliyordu. muhtemelen o çalkantının içinde dengesini çoğu zaman kaybediyor-bazen bir karakterde-bazen kendinden 24 yaş büyük bir aşkta denge arıyordu. belki biraz mutluluk ve huzur. çoğu kadın bunları ister-bunları bekler. ve öyledir ki her kadın aşkın kollarında kendini keşfetmeyi dener. çünkü aşk kadınları oldukları yerden aldığında başka bir şeye dönüştürme vaadinde bulunur. bulunmazsa ona aşk denmez. ona dost denir. ona sevgi denir. ona güzel bir şeydi denir.
fark etmişsinizdir ki herkes aşkta önce kendini sevmelidir. vazgeçememenin de buradan kaynaklandığı görüşünü destekleyenlerdenim. ama bu yazının konusu aşk değil. bu yazının konusu Jean Seberg. öyleyse şöyle söylemeliyim bu kadının ölümü onca istemesinin hem de onca güzelken ve başarı içinde hem de aşk arasında
ve,
Jean Seberg olmak şöyle ki Romain Gary hakkında: "ne değiştirebildiğn, ne yardım edebildiğin, ne de terkedebildiğin bir kadını sevmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz." der.
hem de arzulardan başı dönmüşken onun ölümü bu denli istemesinin nedeni hiç birinde kendini bulamamış-kendini sevememiş olmasıdır.
sadece onu hatırladıkça-onu gördükçe kadın olmanın güzel ve güçlü bir şey olduğunu hatırlıyorum. göz kamaştıran şeylerin varlığının içimizde olduğunu çünkü her insanın kendini dönüştürmek veya edip canseverce "her kadının kendini doğurmak" gücü olduğunu biliyorum.
kendini doğururken ölmek veya bazen bir duyguyu doğuramamak ve içinde çürümesi. bunlar belki bir vedanın nedeni olabilir.
herkesin doğurabileceği duygulara gebe olması dileğiyle...

Not1: turgut uyar bir şiir'inde ;
"saçlarımı hep kestim
tutacak kadar kalmasın dedim
çünkü bir baş kaldırma ancak
saçlarından tutulur " demiştir ve
Not2: teoman'ın papatya şarkısında bahsettiği
"hani çok sevdiğin o filmi gördükten sonra
kısacık kestirip saçlarını içtin ilk sigaranı" dizelerinde bahsedilen kadının Jean Seberg olduğu rivayet edilir.
sana giden.
soluğumda seni alıyorum içime
sana kanıyorum,ne söylesen doğru
besbeli sarılıyorum sana
derimin altında isminin en belirgin harfleri
sana kıyamam,biliyorsun
bu yüzden kendini üzerimden tanımlıyorsun
sesler yükseliyor,eve gidelim
sarılıp uyuyalım-uyumak güzel
senin kokunda bir rüya gizli-benim rüyam
habersiz alıyorum-senden çalmadan
hayalimsin-gecenin en karanlık anını geçiyorum
geçitimsin-gizli yollarını biliyorum
sana bir sırrımı anlatmak isterim
bir gece uyuyalım-yüzüme bak
29temmuz2012/bakırköy
sana kanıyorum,ne söylesen doğru
besbeli sarılıyorum sana
derimin altında isminin en belirgin harfleri
sana kıyamam,biliyorsun
bu yüzden kendini üzerimden tanımlıyorsun
sesler yükseliyor,eve gidelim
sarılıp uyuyalım-uyumak güzel
senin kokunda bir rüya gizli-benim rüyam
habersiz alıyorum-senden çalmadan
hayalimsin-gecenin en karanlık anını geçiyorum
geçitimsin-gizli yollarını biliyorum
sana bir sırrımı anlatmak isterim
bir gece uyuyalım-yüzüme bak
29temmuz2012/bakırköy
29 Temmuz 2012 Pazar
aşık olunacak erkek*
“Aşık olunabilecek bir erkeğin özellikleri”
1980 başlarında bir yaz akşamı, Füsun Akatlı, Nimet Tuna ve Tomris Uyar, o dönemin gözde uğrağı Şadırvan’da buluşmuş, denizin tadını çıkarıyorlar. Konu bir ara aşka, sonra aşksızlığa, en sonunda da “aşık olunabilecek bir erkeğin özellikleri”ne geliyor ve bir oyuna dönüşüyor.
Nesnel davranmakta kararlı olduklarından masalarına gelen Edip Cansever ve Turgut Uyar’ın da görüşlerini alıyorlar. (Sonraları Ferit Edgü, Mürşit Balabanlılar, Aydın Emeç gibi “güvenilir” erkek dostlara da başvurulacak.)
Böyle önemli bir konunun koşul sıralamasında ilk maddeyi fiziksel görünüşün ya da zekanın değil giyimin tutması oldukça tuhaf ama ne yapalım?
1- Adam, (o dönemin gözde terliği) Tokyo giymeyecek. Belki de böylelikle onun evde pijamayla dolaşmaması güvenceye alınıyor. Şort yasak değilmiş. Yatarken çorap giymesinmiş.
2- Ama kes giyip jogginge çıkması, pazar günlerini doğa budalalığıyla geçirmesi -sizi de yürüyüşe zorluyorsa- yasak.
3- Pamuklu, keten, yün gibi doğal elyaf giyecek. Naylon ve parlak kumaşlar kesinlikle yasaktır. (Ferit Edgü’nün önemli katkısı: fanila giymeyebilir. Turgut Uyar’ınki: ama don giysin.)
4- Herkes adamın haftada en az bir kere yakınmasına razıyken Ferit, her gün yakınmasında diretiyor.
5- Kesinlikle uykucu biri olmasın ama uykusuzluğundan da yakınmasın. Uykusuz gecelerini paylaşılan bin şölene dönüştürebilsin.
6- Alkolik olabilir de sarhoş olmasın. (Ferit’in katkısı: düşebilir ama çelme takmasın.)
7- Uyuşturucu kullanmasına izin var mı? Mürşit’e göre, “ikinci kişiliği gündeme gelmiyorsa kullanabilir.” Turgut’a göre, “hem içki hem uyuşturucu olmaz!” galiba, izin pek yok.
8- TV’de “makul miktarda maç seyredebilir” ama yorum yapmadan, sessizce. Boks ve güreş sevmesin. Turgut “buz patenini” de eklemiş.
9- Tatil günlerini eşya onarmakla geçirmesin. Elektrik sigortası attığında, musluğun contası yenileneceğinde hemen işe sıvanmasın. Bir usta ayarlayacak kadar bilgili olsun (Ferit). Cereyana kapılmayacak ya da evi havuza çevirmeyecek kadar zeki olsun yeter (Turgut).
10- Ya yüzmeyi ya dansetmeyi bilsin ya da herhangi bir sporu iyi yapsın.
11- Haftada en az bir kitap okusun. Mürşit: Red Kit ile Asteriks’ten haberli olsun. Turgut: Pardayyanlar ile Arsen Lüpen’den de. Ferit: şu altı yazardan birini iyice okumuş olsun -Kafka, Shakespeare, Balzac, Sait Faik, Sartre ve F. S. Fitzgerald ya da Hemingway ama İhtiyar Adam ve Deniz sayılmaz. Edip: şiir de okusun.
12- Bir saz çalıyorsa çalsın ama dostlar toplantısında konser vermesin. Aynı şekilde isterse mavi yolculuğa çıksın ama dönüşünde dia gösterileri düzenlemesin.
13- Esprisi “humor”a dayalı olsun. Fıkra anlatmayı, “lazın biri,” diye başlamayı nükte sanmasın. Turgut: askerlik anılarını anlatmasın. Geçmişinden söz ederken, “Sene 1963…” diye girmesin söze. “1963’te filan. Ankara’dayken…” gibi başlasın.
14- Takside arka koltukta otururken de hesabı ödeyebilsin. Lokantada bahşişi yüzde ondan fazla bırakmasın. Garsonlarla bu koşullarda dostluk kurabilsin. Hesabı öderken cebinden tomarla para çıkarmasın. Diline dolamadığı sürece mali durumu önemsiz, yalnız arabası varsa, arabanın park yerine göre program düzenlemesin. Taksiye binebilsin. Çok istiyorsa yabancı sigara ve içki içebilir, tabi büyüklenmediği sürece. (O dönemde yabancı sigaralar kaçaktı.)
15- Edip Cansever’e göre, armağan almayı da vermeyi de bilsin. Her hesabı kendi ödemeye kalkışmasın.
16- Yemek masasında viski vb. İçmesin. Masaya gelen çerezlere saldırmasın.
17- Hayatında en fazla 6 kere doktora gitmiş olsun (ameliyat sayılmıyor). Antibiyotiklere düşkün olmasın.
18- İlk gördüğü insanlar hakkında acele ve değişmez yargılar verecek kadar gözükara bir psikoloji uzmanı kesilmesin.
19- Politik görüşü sola yakın bir aydın olsun. Ama dahi yerine daahi demeyecek kadar düzgün olsun Türkçesi. Parti sloganlarıyla konuşmasın.
20- Omlet, makarna ve biftek dışında yemek pişirmeyi becersin. Kendine yetsin. Kısaca, kişiliğini öne sürmeyecek kadar kişilikli olsun ama belli etmediğini de belli etmesin.
Giyiminden, zevklerinden, davranışlarına, günlük diline kadar her özelliğine karıştığımız (dikkat ederseniz, erkeklerin baskısı daha ağır!), bir yalnızlığa ittiğimiz bu adamcağızın fiziksel özellikleri pek önemli değil anlaşılan. Cinsellik konusunda ondan beklenen, “programlı olmaması, kendini bir şeylere zorunlu hissetmemesi, heteroseksüel olsa da homoseksüellerle dostluk kurabilmesi”.
Kaç yaşında bu zavallı acaba?
Nimet’e göre: 30, Füsun’a göre: 45, bana göre: 30.
Ferit’e göre: ideal olarak 25, Edip’e göre: 40, Turgut’a göre: 30-35, Mürşit’e göre: 35.
Son danışmanımız Aydın Emeç, “isteklerin oldukça ağır yine de mantıksız olmadığını” belirttikten sonra bir kahkaha atmıştı: “İyi ama bu adam zaten evlidir! Tutalım ki değil, kendini bunca eğitmek için bu toplumda nasıl hırpalandığını düşünürsek, sizin gibi vıdıvıdı kadınlar yerine güleç, uysal bir kadın seçmesi daha doğal değil mi?”
Tomris Uyar ‘ın Yüzleşmeler kitabından.
28 Mayıs 2012 Pazartesi
bilmez miyim hiç*
Bilmez miyim hiç bütün bu sözler ne der ona
Bu sözler ve bu sözlerin içinde çırpınan uzaklıklar
Dolaşıyorum bir başıma, ortalıkta kimsecikler yok
Kıyılar da bomboş, kır yolları da
Soluğumu duyuyorum ara sıra, bir onu duyuyorum
Duymuyorum belki de, biliyorum yalnızca
Ayaklarımın altında yaban naneleri, kekikler
Yol kenarında bir kapı, tahta
Peki, kim yitirmiş evini, ya da
Hangi yitikle yok olmuş o yapı
Kimbilir
Vuruyorum yokuş aşağı, kıyıya
Bir taşın üstüne oturuyorum
Ben oturur oturmaz
Çıkıyor kuytularından bütün görünümler
Ve ufak bir oyun oynuyor bana doğa
Alıp alıp götürüyor gözlerimi bıkmadan
Kısalıp uzayan bir çift yılan balığını andıran gözlerimi
Güneşin şavkından yuvarlanan çakıllara
Tam o sıra bir vapur yanaşıyor iskeleye uzun sürecek bir sonbahar taslağı gibi
Denize yeni sürülmüs bir tarlaya benziyor, uyanık, diri
Ve işin tuhafı bense
Alışıyorum gittikçe
Her gün bir parça daha alışıyorum yalnızlığıma
Ürperiyorum bir ara arkamdaki ayak sesinden
Ve bu yüzden mi bilmem
Durup bir süre çevreme bakar gibi yapıyorum
Sürüyle kus havalanıyor defnelerin içinden
Sürüyle, evet, hatırlıyorum birden
Nicedir unutmuşum saymayı bile günleri
Dağılıp gitmişler herbiri bir yana
Kuşlar gibi, onlar da
Benimse ne gidecegim bir yer
Ne de özlediğim bir şey var
Öyleyse neden yazıyorum bu sözleri ona
Bu biraz sevdaya benzeyen, biraz da sevdasızlığa
Böyle gelişigüzel, böyle kırık dökük
Sanki hiç kimselerin kullanmadığı bir gün kalmış bana.
Uzun bir cumartesiyi hatırlıyorum, saat on iki
Dalıp gidiyorum, düsünüyorum da, saat on iki
Bir sigara yakıyorum, bir kağıda bir iki dize yazıyorum
Yerini iyi bilen, onurlu bir iki sözcük daha
Ama hiç kımıldamıyor, akrep de, yelkovan da
Yani tam böyle birşeye benziyor zaman
Yılgın ve çarpıcı renkler içinde pek kımıldamayan
Çıkageliyor sonra, saat on iki.
Anlıyorum
Yaşam elbette uzun biz duyabildikçe sevgiyi
Yalnızca bunun için uzun
Yani sevgiyle de sevebilir insan, sevdayla da
Örneğin
Bir sevgiyi yontup onarmak için
Döğüşmek de sevgidir
Ve benim bildiğim kadarıyla
Her şeydir bir insan, her şeydir
Yalandır kısalığı yaşamın
Ve özellikle insan dediğimiz şey
İnançli bir insan soyunun parçasıysa.
Sonunda başbasa kalıyoruz gene
Başbaşa kalıyoruz doğayla ben
İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden
On temmuz cumartesi
Bir vapur daha kalkıyor iskeleden
Ve yağmur hızlanıyor biraz
Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak
Tam öyle yapıyorum
Şimdi yağmuru seviyorum, şimdi yağmuru seviyorum, yağmuru seviyorum.
EDİP CANSEVER
Bu sözler ve bu sözlerin içinde çırpınan uzaklıklar
Dolaşıyorum bir başıma, ortalıkta kimsecikler yok
Kıyılar da bomboş, kır yolları da
Soluğumu duyuyorum ara sıra, bir onu duyuyorum
Duymuyorum belki de, biliyorum yalnızca
Ayaklarımın altında yaban naneleri, kekikler
Yol kenarında bir kapı, tahta
Peki, kim yitirmiş evini, ya da
Hangi yitikle yok olmuş o yapı
Kimbilir
Vuruyorum yokuş aşağı, kıyıya
Bir taşın üstüne oturuyorum
Ben oturur oturmaz
Çıkıyor kuytularından bütün görünümler
Ve ufak bir oyun oynuyor bana doğa
Alıp alıp götürüyor gözlerimi bıkmadan
Kısalıp uzayan bir çift yılan balığını andıran gözlerimi
Güneşin şavkından yuvarlanan çakıllara
Tam o sıra bir vapur yanaşıyor iskeleye uzun sürecek bir sonbahar taslağı gibi
Denize yeni sürülmüs bir tarlaya benziyor, uyanık, diri
Ve işin tuhafı bense
Alışıyorum gittikçe
Her gün bir parça daha alışıyorum yalnızlığıma
Ürperiyorum bir ara arkamdaki ayak sesinden
Ve bu yüzden mi bilmem
Durup bir süre çevreme bakar gibi yapıyorum
Sürüyle kus havalanıyor defnelerin içinden
Sürüyle, evet, hatırlıyorum birden
Nicedir unutmuşum saymayı bile günleri
Dağılıp gitmişler herbiri bir yana
Kuşlar gibi, onlar da
Benimse ne gidecegim bir yer
Ne de özlediğim bir şey var
Öyleyse neden yazıyorum bu sözleri ona
Bu biraz sevdaya benzeyen, biraz da sevdasızlığa
Böyle gelişigüzel, böyle kırık dökük
Sanki hiç kimselerin kullanmadığı bir gün kalmış bana.
Uzun bir cumartesiyi hatırlıyorum, saat on iki
Dalıp gidiyorum, düsünüyorum da, saat on iki
Bir sigara yakıyorum, bir kağıda bir iki dize yazıyorum
Yerini iyi bilen, onurlu bir iki sözcük daha
Ama hiç kımıldamıyor, akrep de, yelkovan da
Yani tam böyle birşeye benziyor zaman
Yılgın ve çarpıcı renkler içinde pek kımıldamayan
Çıkageliyor sonra, saat on iki.
Anlıyorum
Yaşam elbette uzun biz duyabildikçe sevgiyi
Yalnızca bunun için uzun
Yani sevgiyle de sevebilir insan, sevdayla da
Örneğin
Bir sevgiyi yontup onarmak için
Döğüşmek de sevgidir
Ve benim bildiğim kadarıyla
Her şeydir bir insan, her şeydir
Yalandır kısalığı yaşamın
Ve özellikle insan dediğimiz şey
İnançli bir insan soyunun parçasıysa.
Sonunda başbasa kalıyoruz gene
Başbaşa kalıyoruz doğayla ben
İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden
On temmuz cumartesi
Bir vapur daha kalkıyor iskeleden
Ve yağmur hızlanıyor biraz
Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak
Tam öyle yapıyorum
Şimdi yağmuru seviyorum, şimdi yağmuru seviyorum, yağmuru seviyorum.
EDİP CANSEVER
acaba
Dönelim
Döndürsün bizi
Kalbin akıp giden bulutlara benzeyen sesi
Yağmursuz bir yağmura açılmış kapılardan
Ve akılda kalan bir yokuştan
Ve yalnız çocuklara özgü o sonsuz sinema koltuklarından
Ve çocukluktan
Dönelim
Dönelim mi biz
Gençlikten oralardan
Mutluluğu bir kabuk gibi saran mutsuzluklardan
Dönelim mi acıya
Acıya büyük acıya
Ve soralım mı acaba
Ey büyük yalnızlık insansan eğer
Bir kaya
Dalgalar yalarken onu
O bakarken kaskatı kalabalıklara
Ah kalbin bulut bulut akan sesi.
Bütünüyle bir semte benziyor Ruhi Bey
Binlerce on binlerce kedinin hep birden kımıldadığı
Kedilerden örülmüş bir semtte
Ve soğuk bir tuvalde yerini bulamamış renkler gibi
Soğuk ve ayakta tutan çelişkileri
Bir görünümden bir başka görünüme kolayca sıçranan
Her şeyin ama her şeyin çok dıştan farkedildiği
Eh belki de bir satır fazlalığı ya da bir satır eksikliği
Belki de genç bir şairden ödünç alınan.
Yürüyor mu yürümeyi mi düşünüyor Ruhi Bey
Düşünmesi daha mı sonra koyuluyor yola
Nereye gidecek ama nereye varacak sanki
Yoksa bir oyun tadı mı buluyor bunda
Oyundan atılmaktan korkmayan bir oyuncu gibi
Boşvermiş de sanki oyunun kurallarına
Üstelik son bölümde perdenin kapanmasına
Azıcık vakit kalmış
Ya da vakit var daha. Ama ne çıkar
Gövdenin yazgıya başkaldırması mı
Ruhi Beyin
Başkaldırması mı yoksa?
Vaktinden önce anlamanın şaşkınlığı mı
Vaktinde anlamanın sevinci mi
Ya da biraz geç kalmanın
O gereksiz tedirginliği mi
Hangisi?
Ama belli ki sonundayız her şeyin
En sonunda.
Edip Cansever
24 Mayıs 2012 Perşembe
Anlamın tam ortasına
"her şeyden önce, unutma ki sevişmek gibi bir şeydir şiir yazmak:
duyduğu tadın paylaşılıp paylaşılmadığını hiç bilemez insan." Pavese
21 Mayıs 2012 Pazartesi
sevgilerimle
bazı sorularım var.
bazı sorunlarım da var.
bazı soruların sorun olduğu zamanlarım da var.
şuan hangisindeyim bilmiyorum ama içimi kemiren bir şeyler var. açık olamam. üstü kapalı soyut bir anlatımla şöyle diyebilirim ki sadece yazmanın anlamlı olduğu zamanlar var.
bir bakıma hepimiz benciliz. kabul ediyorum. kimsenin bunu inkarına lüzum yok. ancak diyorum ki paylaşımların çift taraflılığını anlamanın yolları neler?
sonra bir arkadaşımla karşılaşıyorum okulda. "dur hemen merhaba deyip kaçma" diyor. diyor ve ayvayı yiyor. çünkü şu aralar bir dokunan bin ah işitiyor. oturuyoruz adam akıllı konuşmaya. benim de canım sıkkın diyor, gözlerimden okunan moral bozukluğuna de eki getirdiği cümlesiyle. şaşırmıyorum. bir kaç gündür bunu yüzüme bakan-yanımdan geçen herkes anlıyor.
mesela bu his genelde dolmuşta koluma yanlışlıkla dokunan hanımefendinin yüzüne çantayı geçirme isteğimi güçlendiriyor. taksim meydanında "bir kaç dakikanı ayırabilir misin?" diye bile sormuyor, genç kuşağım. anneannem arıyor "aman kızım derslerini ihmal etme sen. ben yine yanına gelicem. sakın üzülme." diyor ki o an derslerimi ihmal ettiğim, canım sıkkın deyip sınıfı terk ettiğim için utanıyorum. neyse onlar çok derinlerin duygusalları. vicdan azabına henüz gelmiyorum.
şimdi murathan mungan şiirlerinin tam sırası deyip kitabı elime alacak hal bulamadan, aklımda kalan dizelerden medet umuyorum ki bu halin hali hazırda pozitif hiç bir karşılığı yok.
savaş filmleri ve harry potter serisi yeniden gündeme geliyor. Deniz, sürekli en iyi savaş filmini önerme noktasında yeni bir soluk bulmaya çabalıyor. oysa ihtiyacım olan sadece biraz ölüm ve içimin akmayan kanını görmek. bunları veren her filme razıyım. bunu ona açıklamayı denemiyorum. kuşkusuz gerekli de değil. onun yerine okul çıkışı eve geç gelmesini bahane ederek çıkışmayı tercih ediyorum. bu da en iyi savaş filmi kadar etkili. kardeşler şamar oğlanlarıdır. inkar etmiyorum.
bir de annem var ki dillere destan bir durum alıyor endişesi. yarım saat aralıkların bile ses tonumun şüpheci üzüntüsüne göre kısalma gösterdiği sıklıklarda telefonum çalıyor. aramak için bulduğu bahanelerin içinde köfte yapmak için ekmek ufalanmasından ki bunu en son ne zaman yaptığını bile hatırladığını sanmıyorum, Türksat faturasının numarasına, Deniz'in gideceği basket maçının benimle hiç ilgisi olmayan bilet trafiğinden, adliyede takip ettiği tüm belgeli-belgesiz işlere kadar uzun bir herşey listesi var. bazen bahanelerinin zekamı küçümseyecek boyutta olmasıyla kırılıyorum tabi ama annemdir yapar'a sığınıp geçiyorum.
her şey birbirinin yerini alıyor. müthiş bir zaman doldurma trafiği var.
sebepsiz yere kızmıyorum belki ama sebepsiz yere çok ağlıyorum. korkuyorlar. sonra korkmayın bir şeyim yok diyerek kalanları sakinleştiriyorum. bunlar da zaman doldurur. hem de güzel doldurur. bir kez atlarsam bu zamanları değerini bilmediğim için pişman olurmuşum gibi hissediyorum. sarılıyorum. birlikte uyuyoruz. geceleri karabasana dönüşüyorlar. kabuslar tüm evi sarıyor. sabah olduğunda herkes uykusunun en korkunç anlarını paylaşıyor. paylaşımın iyisi kötüsü olmaz.
ne kadar sürer bilmiyorum. ne zaman geçer bilmiyorum. geçer mi bilmiyorum. ağrı kesicilerin bir halta yaradığı yok.
buna rağmen bilmesem de olurmuş demiyorum. bilmek her zaman önemli. üstelik elimde kalanlar değerli.
3 günde 3 kilo verdirten diyeti de aynı dönemlerde keşfediyorum. bir şey yemeyin dostlarım bazen duygularda boğazınıza kadar doymanıza neden olabiliyor. sağlam olmayan kafada sağlam vücut bu yüzden olmuyor.
uçup giden şeylere sevgilerimle.
derya.
bazı sorunlarım da var.
bazı soruların sorun olduğu zamanlarım da var.
şuan hangisindeyim bilmiyorum ama içimi kemiren bir şeyler var. açık olamam. üstü kapalı soyut bir anlatımla şöyle diyebilirim ki sadece yazmanın anlamlı olduğu zamanlar var.
bir bakıma hepimiz benciliz. kabul ediyorum. kimsenin bunu inkarına lüzum yok. ancak diyorum ki paylaşımların çift taraflılığını anlamanın yolları neler?
sonra bir arkadaşımla karşılaşıyorum okulda. "dur hemen merhaba deyip kaçma" diyor. diyor ve ayvayı yiyor. çünkü şu aralar bir dokunan bin ah işitiyor. oturuyoruz adam akıllı konuşmaya. benim de canım sıkkın diyor, gözlerimden okunan moral bozukluğuna de eki getirdiği cümlesiyle. şaşırmıyorum. bir kaç gündür bunu yüzüme bakan-yanımdan geçen herkes anlıyor.
mesela bu his genelde dolmuşta koluma yanlışlıkla dokunan hanımefendinin yüzüne çantayı geçirme isteğimi güçlendiriyor. taksim meydanında "bir kaç dakikanı ayırabilir misin?" diye bile sormuyor, genç kuşağım. anneannem arıyor "aman kızım derslerini ihmal etme sen. ben yine yanına gelicem. sakın üzülme." diyor ki o an derslerimi ihmal ettiğim, canım sıkkın deyip sınıfı terk ettiğim için utanıyorum. neyse onlar çok derinlerin duygusalları. vicdan azabına henüz gelmiyorum.
şimdi murathan mungan şiirlerinin tam sırası deyip kitabı elime alacak hal bulamadan, aklımda kalan dizelerden medet umuyorum ki bu halin hali hazırda pozitif hiç bir karşılığı yok.
savaş filmleri ve harry potter serisi yeniden gündeme geliyor. Deniz, sürekli en iyi savaş filmini önerme noktasında yeni bir soluk bulmaya çabalıyor. oysa ihtiyacım olan sadece biraz ölüm ve içimin akmayan kanını görmek. bunları veren her filme razıyım. bunu ona açıklamayı denemiyorum. kuşkusuz gerekli de değil. onun yerine okul çıkışı eve geç gelmesini bahane ederek çıkışmayı tercih ediyorum. bu da en iyi savaş filmi kadar etkili. kardeşler şamar oğlanlarıdır. inkar etmiyorum.
bir de annem var ki dillere destan bir durum alıyor endişesi. yarım saat aralıkların bile ses tonumun şüpheci üzüntüsüne göre kısalma gösterdiği sıklıklarda telefonum çalıyor. aramak için bulduğu bahanelerin içinde köfte yapmak için ekmek ufalanmasından ki bunu en son ne zaman yaptığını bile hatırladığını sanmıyorum, Türksat faturasının numarasına, Deniz'in gideceği basket maçının benimle hiç ilgisi olmayan bilet trafiğinden, adliyede takip ettiği tüm belgeli-belgesiz işlere kadar uzun bir herşey listesi var. bazen bahanelerinin zekamı küçümseyecek boyutta olmasıyla kırılıyorum tabi ama annemdir yapar'a sığınıp geçiyorum.
her şey birbirinin yerini alıyor. müthiş bir zaman doldurma trafiği var.
sebepsiz yere kızmıyorum belki ama sebepsiz yere çok ağlıyorum. korkuyorlar. sonra korkmayın bir şeyim yok diyerek kalanları sakinleştiriyorum. bunlar da zaman doldurur. hem de güzel doldurur. bir kez atlarsam bu zamanları değerini bilmediğim için pişman olurmuşum gibi hissediyorum. sarılıyorum. birlikte uyuyoruz. geceleri karabasana dönüşüyorlar. kabuslar tüm evi sarıyor. sabah olduğunda herkes uykusunun en korkunç anlarını paylaşıyor. paylaşımın iyisi kötüsü olmaz.
ne kadar sürer bilmiyorum. ne zaman geçer bilmiyorum. geçer mi bilmiyorum. ağrı kesicilerin bir halta yaradığı yok.
buna rağmen bilmesem de olurmuş demiyorum. bilmek her zaman önemli. üstelik elimde kalanlar değerli.
3 günde 3 kilo verdirten diyeti de aynı dönemlerde keşfediyorum. bir şey yemeyin dostlarım bazen duygularda boğazınıza kadar doymanıza neden olabiliyor. sağlam olmayan kafada sağlam vücut bu yüzden olmuyor.
uçup giden şeylere sevgilerimle.
derya.
23 Nisan 2012 Pazartesi
lal.
anlatsam inanmazlar oğul, masal derler,
masala inanmazlar, masalı yalnızca dinlerler
sanki hakikati bilirmiş gibi.
sanki hakikatin sırrına ermiş gibi.
masala inanmayan gerceğe inanir mi?
Murathan Mungan
8 Ocak 2012 Pazar
donnie darko*
Gretchen: Donnie Darko? What the hell kind of name is that? It's like some sort of superhero or something.
Donnie: What makes you think I'm not?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)